Çocuk hikayeleri
Tuğbam » Hikaye » Çocuk Hikayeleri: Eğitici ve Öğretici Masallar

Çocuk Hikayeleri: Eğitici ve Öğretici Masallar


Bu yazı

tarafından yazılmıştır.

Son güncellenme tarihi:

Çocuk hikayeleri, yavrularımızın hayal gücünü geliştiren, onlara iyiyi ve kötüyü öğreten, dürüstlük, paylaşma, sevgi ve saygı gibi evrensel değerleri aşılayan en değerli hazinelerdir. Onların dünyasına sihirli bir kapı aralayan bu kısa masallarla hem eğlenmelerini hem de öğrenmelerini sağlayabilirsiniz.

İşte çocuklarınız için özenle seçilmiş, ders verici kısa hikayelerimiz.

1. Yeni Arkadaş

Çocuk hikayeleri

Okula yeni gelen Deniz, kimseyle konuşmuyordu. Sınıftaki çocuklar onun sessizliğini garipsedi.
Bir gün beden eğitimi dersinde topu kaçırınca herkes güldü, sadece Elif yanına gidip “İstersen birlikte çalışabiliriz.” dedi.
O günden sonra Deniz gülümsemeyi öğrendi. Birlikte ders çalıştılar, oyun oynadılar.
Zamanla tüm sınıf fark etti ki, herkesin dost olmaya ihtiyacı var.

“Gerçek dostluk, bir elin uzanmasıyla başlar.”

2. Cesur Küçük Yelken

Çocuk hikayeleri

Bir limanda yüzlerce gemi vardı ama sadece biri en küçüğüydü: Yelken.
Rüzgâr esince herkes fırtınadan korktu, ama Yelken “Ben denizi görmek istiyorum!” dedi.
Dalgalarla savaştı, yağmurla dans etti. Gün sonunda limana dönerken şöyle bağırdı:

“Cesaret, en büyük gemidir!”

O günden sonra limandaki her gemi, rüzgâr estiğinde korkmak yerine Yelken’i hatırladı.

3. Meraklı Sincap Çıtçıt ve Güvenli Merak

Çocuk hikayeleri

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, ormanın en görkemli çam ağacının en tepesinde, annesiyle birlikte yaşayan Çıtçıt adında minik bir sincap varmış. Çıtçıt’ın en belirgin özelliği, adından da anlaşılacağı gibi, bitmek bilmeyen merakıymış. Gördüğü her parlak taşa, duyduğu her garip sese, bilmediği her yuvaya mutlaka bakmak istermiş.

Annesi her sabah yiyecek toplamak için yuvadan ayrılırken ona sıkı sıkı tembih edermiş: “Çıtçıt, güzel yavrum. Ormanda oyna, fındıklarını ye ama ne olursa olsun, ‘Gürleyen Nehir’in öte yakasına tek başına geçme. Orada ne olduğunu bilmiyoruz, tehlikeli olabilir.”

Çıtçıt her seferinde, “Tamam anneciğim, söz!” dese de, nehrin karşısındaki o gizemli tarafı o kadar çok merak edermiş ki yerinde duramazmış.

Bir sabah, annesi yine yuvadan ayrılır ayrılmaz, Çıtçıt kendini tutamamış. Hızlıca nehrin kenarına koşmuş. Nehir gerçekten de gürül gürül akıyormuş. Kendi kendine, “Bir baksam ne olur ki? Sadece ucundan bakıp hemen dönerim,” diye düşünmüş. Nehrin üzerindeki eski, yosunlu bir kütüğün üzerinden sekerek karşı yakaya atlamayı başarmış.

Karşı yaka bir harikaymış! Çiçekler buradan gördüklerinden daha parlak, ağaçlar daha yüksekmiş. Rengarenk kelebeklerin peşine takılıp ormanın içinde ilerlemiş. Tam kocaman, kırmızı bir mantarın altına eğilip bakarken, çalıların arasından bir “TISSS!” sesi duymuş.

Korkuyla geri çekildiğinde, karşısında parlak pullu, uzun bir yılan görmüş! Yılan, dilini çıkararak yavaşça ona doğru gelmeye başlamış. Çıtçıt korkudan ne yapacağını şaşırmış, olduğu yere çivilenmiş kalmış.

Tam o anda, ağacın dalından gür bir “GAK!” sesi gelmiş. Bu, ormanın en bilge kuşu olan Karga Kançay’mış. Karga, tehlikeyi hemen fark etmiş. Hızla sincapla yılanın arasına inmiş, devasa siyah kanatlarını sonuna kadar açmış ve yılana doğru öfkeyle gaklamaya başlamış. Yılan, bu ani ve gürültülü müdahaleden korkup hızla çalıların arasına geri kaçmış.

Çıtçıt, titreyerek Bilge Karga’ya teşekkür etmiş. Karga, onu nazikçe kanadının altına almış. “Merak etmek, öğrenme isteğidir Çıtçıt, bu çok güzel bir özellik,” demiş yumuşak bir sesle. “Ama aileni dinlemez ve bilmediğin yerlere hazırlıksız, tek başına gidersen, merakın başına işte böyle dert açar. Güvenli merak, en iyi meraktır. Önce öğren, sonra keşfet.”

Çıtçıt o gün, annesinin sözünü dinlemenin ne kadar önemli olduğunu ve merakın bile bir sınırı olması gerektiğini acı bir tecrübeyle öğrenmiş.

4. Ormanın Sırrı

Çocuk hikayeleri

Bir zamanlar yeşil bir ormanın derinliklerinde yaşayan küçük sincap Milo, her gün ormanda gezmeyi çok severdi.
Bir sabah, ormanda ağlayan minik bir kuş buldu. Kanadı incinmişti. Milo, kuşu yuvasına taşıdı, ceviz kabuklarından küçük bir yatak yaptı. Günler geçti, kuş iyileşti ve uçup giderken şöyle dedi:

“Paylaşmak, ormanın en güzel sırrıdır.”

Milo o günden sonra, her sabah ormana çıkıp ihtiyacı olanlara yardım etti.
Ve ormanın tüm canlıları onu “Altın Kalpli Sincap” olarak tanıdı.

5. Paylaşmayı Sevmeyen Ayı Tontiş

Çocuk hikayeleri

Kocaman ormanın içinde, annesiyle birlikte bir mağarada yaşayan Tontiş adında sevimli ama biraz bencil bir oyuncak ayı varmış. Tontiş’in dünyada en sevdiği şey bal ve ahududuymuş. Özellikle de ormanın derinliklerindeki gizli bir ağaç kütüğünde bulduğu bal kovanı onun en büyük sırrıymış.

Annesi ona hep, “Tontiş, ormanda diğer hayvanlarla oyna. Kirpi Zıpzıp ve Tavşan Hoppi seni bekliyor,” dermiş. Ama Tontiş, “Olmaaz! Ya ben onlarla oynarken gizli bal kovanımı bulurlarsa?” diye korkar, oyun oynamak yerine gidip tek başına bal yermeyi tercih edermiş.

Bir gün yine gizli kovanından bal yerken, ormanda daha önce hiç görmediği bir patikaya sapmış. Patikanın sonunda, dalları yere eğilmiş, binlerce kıpkırmızı ahududuyla dolu dev bir çalılık bulmuş! Gözleri parlamış. “Harika! Hepsi benim!” diye sevinçle bağırmış.

Önce tek başına yemeye başlamış. Yemiş, yemiş, yemiş… Karnı o kadar şişmiş ki, davul gibi olmuş. Artık nefes bile almakta zorlanıyormuş ama çalıda hala binlerce ahududu varmış.

O sırada yanından minik tavşanlar, sincaplar ve kirpiler geçmiş. Hepsi Tontiş’in önündeki o muhteşem ahududu çalılığına özlemle, biraz da üzüntüyle bakmışlar. Tontiş önce umursamamış, “Bunlar benim,” diye düşünmüş.

Ama sonra durup düşünmüş. Eli, bal kovanındaki son bala uzandığında ne kadar yalnız hissettiğini hatırlamış. Karnı tokmuş ama kalbi bomboşmuş.

Birden aklına harika bir fikir gelmiş. Bütün gücüyle bağırmış: “Durun gitmeyin! Arkadaşlar, bakın burada ne buldum! Gelin hep beraber yiyelim, bu hepimize yeter!”

Diğer hayvanlar şaşkınlıkla dönüp bakmışlar. Tontiş’in böyle bir şey yapmasına alışkın değillermiş. Tontiş koşarak mağarasına gitmiş, sır gibi sakladığı bal kovanını da alıp getirmiş.

“Bakın! Ahududuları önce buna batırın!”

O gün, bütün hayvanlar Tontiş’in etrafına toplanmış. Kahkahalar atarak ahududuları bala batırıp hep birlikte yemişler. Tontiş, o gün hayatının en lezzetli balını ve ahududusunu yemiş. Çünkü anlamış ki, bal tek başına yiyince tatlıdır ama arkadaşlarla paylaşınca çok, çok daha tatlıdır.

6. Sabırsız Tavşan Hoppi ve Sihirli Tohumlar

Çocuk hikayeleri

Yeşil mi yeşil bir vadide, yerin altında sıcacık bir yuvası olan Hoppi adında sabırsız bir tavşan yaşarmış. Hoppi o kadar sabırsızmış ki, annesi ona bir havuç uzattığında daha havuç eline gelmeden “Hadi anne, hadi!” diye zıplarmış.

Bir gün, ormanın en yaşlısı Bilge Baykuş, tüm hayvanlara bahar hediyesi olarak sihirli olduğunu söylediği tohumlar dağıtmış. Hoppi’ye de üç tane minik tohum düşmüş. Bilge Baykuş, “Bu tohumlar çok özeldir, Hoppi,” demiş. “Onları güzelce ek, sula ve sabırla bekle. Sana hayatının en tatlı havucunu verecekler.”

Hoppi sevinçle yuvasının önündeki küçük bahçeye koşmuş. Tohumları toprağa ekmiş, suyunu vermiş ve beklemeye başlamış.

Bir saat geçmiş… Hiçbir şey olmamış. İki saat geçmiş… Hala bir şey yokmuş. Hoppi, “Bu sihirli değil miydi?” diye toprağı eşelemiş. “Belki daha çok su istiyordur.” Gidip bir kova daha su getirmiş.

Ertesi sabah uyanır uyanmaz bahçeye koşmuş. Ama hala filizlenen bir şey yokmuş. “Hıh! Sanırım Bilge Baykuş beni kandırdı,” diye sinirlenmiş. Toprağı kazımış, tohumu eline almış. “Neden büyümüyorsun ki sen?” diye tohumu silkelemiş ve geri ekmiş.

Üçüncü gün, Hoppi iyice öfkelenmiş. Bahçede hiçbir hareket yokmuş. “Ben de kendim büyütürüm!” diye topraktaki tohumu çıkarmış, minik patileriyle çekiştirmeye başlamış. Ama tohum o kadar küçükmüş ki, Hoppi’nin çekiştirmesiyle “kıt!” diye ortadan ikiye ayrılmış.

Hoppi, kırık tohumla birlikte ağlamaya başlamış. O sırada yan komşusu Kaplumbağa Kâmil, sırtında kocaman, turuncu bir havuçla yanından geçiyormuş. “Merhaba Hoppi,” demiş yavaşça. “Bak, Bilge Baykuş’un tohumu ne kadar güzel büyüdü. Sadece biraz su verdim ve sabırla bekledim.”

Hoppi, elindeki işe yaramaz kırık tohuma ve Kâmil’in harika havucuna bakmış. O gün, en güzel havuçları ve en iyi şeyleri elde etmek için sihirli bir çubuğa değil, sadece “sabırla beklemeye” ihtiyacı olduğunu anlamış.

7. Padişah ve Çocuk

Çocuk hikayeleri

Uzak memleketlerin birisinde tahtına düşkün, zengin mi zengin bir padişah yaşarmış. Adil olmasına adilmiş ama, burnu kanasa bütün ülkeyi ayağa kaldırırmış.

Bir gün öyle hastalanmış, öyle hastalanmış ki; ayağa kalkamaz, sarayının bahçelerinde zevkle gezinemez olmuş. Ülkede ne kadar iyi doktor varsa çağırmışlar. Ne kadar ilaç varsa denemişler, ama bir türlü padişahın hastalığına çare bulamamışlar.

Yaz gelmiş, çiçekler açmış, kuşlar cıvıldaşmaya başlamış. Güneş parıldıyor, herkesi evinden dışarıya çağırıyormuş. Fakat padişahımız, iyileşemediği için bu güzellikleri pencereden seyretmekle yetinmek zorunda kalıyormuş.

Bir gün bütün doktorlar bir araya gelerek padişahın hastalığını konuşmaya başlamışlar. Artık onlar da sıkılmış bu olaydan. Çünkü padişah her gün onlara kızıyor, bağırıyormuş:

– Siz ne biçim doktorsunuz. Hepinizi astırmak lazım. Zindanlarda süründürmek lazım. Kafanızı uçurmak lazım…

Doktorlar korkuya kapılmaya başlamışlar bu tehditler karşısında. En kısa zamanda padişahın hastalığına bir çare bulamazlarsa başlarının derde gireceğini seziyorlarmış. Nihayet içlerinden biri meydana çıkarak;

– Arkadaşlar, demiş. Buradan çok çok uzakta bir memleket var. Adı Sevilenya… Orası ilimde ilerlemiş bir memlekettir. Bütün alimler mutlaka oraya gider ve ilmine ilim katarmış. İşte o memlekette yaşayan bir doktorun ünü dünyaya yayılmış. İyileştiremediği hasta, çaresini bulamadığı hastalık yokmuş. Padişahımıza söyleyelim haber salsın çağırtsın onu. Biz de rahatlayalım.

Doktorların hepsi bu fikre katılmışlar ve içlerinden birisini sözcü seçerek padişaha göndermişler. Padişah anlatılanları dinledikten sonra hemen emir vermiş:

– Derhal hazırlıklar başlasın. Yarın sabah yola çıkacak bir birlik oluşturulsun.

En güzel hediyeler, kese kese altınlar doktora verilmek üzere hazırlanmış. Ve ertesi sabah bilinmeyen ülkeye doğru yolculuk başlamış.

Akrep yelkovanı, gece gündüzü, ilkbahar kışı kovalamış yaz gelmiş. Padişahımız her sabah heyecanla uyanır sorar olmuş:

– Geldiler mi?

Çevresindekiler çekinerek cevap verirlermiş:

– Henüz gelmediler padişahımız.

Bir gün güneş yüzünü dağların ardından göstermeden, ay yıldızlarla gökten çekilmeden nal sesleri şehrin sokaklarını inletmeye başlamış. Saray kapısı açılmış, muhafızlar hemen doktorlara haber vermişler:

– Birlik geri dönmüştür.

Doktorlar, padişahın hastalığına derman olacak doktorun gelip-gelmediğini öğrenmek için bahçeye inmişler. Arabadan, siz deyin çınar boyunda, ben diyeyim kavak boyunda bir adam inmiş. Bir ân ürkmüşler. Bakışlarında bir baykuş keskinliği varmış. Hürmette kusur etmeden odasını göstermişler, dinlenmesi için. Fakat kabul etmemiş:

– Hastamız nerededir? Bir insan acı çekerken ben nasıl dinlenebilirim!

Doktorlar şaşkın şaşkın padişaha haber salmışlar. Padişah haberi alır-almaz;

– Aman hemen gelsin. Kaç zamandır gözlerime uyku girmez. Acıdan yüreğim duracak sanırım. Hemen gelsin hemen, demiş.

Bu, adı daha önce hiç duyulmamış ülkeden gelen doktor, elindeki ufak çantayla padişahın huzuruna çıkmış. Padişahın ağrıyan bacağını saatlerce incelemiş ve sonra şunları söylemiş:

– Dokuz yaşında bir erkek çocuk bulunmalı. Bu çocuk kesilecek ve midesi bacağınıza sarılacak. Üç gün içinde hiçbir şeyiniz kalmaz, ayağa kalkarsınız.

Padişah, askerlerini böyle bir çocuk bulmaları için göndermiş. Bütün okullar, bütün evler araştırılmış. Ve nihayet dokuz yaşında, çok güzel bir erkek çocuğu bulunmuş.

Askerler çocuğun annesiyle, babasıyla konuşmuşlar, durumu anlatmışlar. Zaten bütün halk padişahın hastalığından haberdarmış. Ama anne ve baba çocuklarının kesileceğine çok üzülmüşler. Ağlamış, sızlanmışlar. Yalvarmışlar. Ama kimse onları dinlememiş. Çocuğun babası vezire gelerek;

– Oğluma kıymayın, demiş. Onun yerine beni öldürün. O benim tek çocuğum. Beni ondan ayırmayın. Ne olur yapmayın bunu!

Vezir, çocuğun babasını karşısına oturtmuş ve şunları söylemiş:

– Sen bir çocuğun mu, yoksa bir padişahın mı ölmesini istersin? Eğer padişahımız ölürse hâlimiz nice olur hiç düşünmüyor musun? Düşmanlarımız memleketimizi istilâ ederler. Bu daha mı iyi? Akılsızlık etme. Sana bin altın veriyorum. Hiç oğlun olmadığını düşün.

Çocuğun babası o kadar altını daha önce bir arada hiç görmediği için heyecana kapılmış ve razı olmuş:

– Varsın padişah yoluna öldürülsün benim oğlum, demiş.

Oğlunun karşılığı olarak aldığı altınlarla eve dönmüş. Çocuk, babasına sarılıp ağlamış.

– Beni öldürmeyecekler değil mi, diye sormuş babasına.

Adam oğluna diyecek bir söz bulamamış, susmuş kalmış. Ertesi gün de çocuğun annesi vezirin yanına gitmiş. Yalvarmış, yakarmış. Ama vezir ona da bin altın vererek bu işe rıza göstermesini sağlamış. Çocuğun annesi ağlamayı bırakarak;

– Eh, madem ki hayırlı bir iş için ölecek, ne yapalım ölsün, demiş.

Padişah, anne ve babadan izin aldıktan sonra devrin bilginlerini yanına çağırtmış. Bir de onlardan izin almak istiyormuş. Bazıları bunun yanlış olduğunu söylemişler, bazıları padişahın ölümünden daha hayırlıdır demişler. Sonunda çocuğun kesilmesinde bir sakınca olmadığı kararına varmışlar.

Bütün ülkeye bu olay duyurulmuş. Herkesin dilinde kesilecek çocuk varmış. Kimileri duyduklarına inanamıyor, kimileri çocuğa acıyor, kimileri de padişah iyileşecek diye seviniyormuş.

Kısa zamanda şehrin meydanı hazırlanmış. Halk merasimi seyretmek için meydana toplanmış. Çocuğun annesiyle babası halkın önünde çocuklarının kesilmesine izin verdiklerini, bilginler de çocuğun hayırlı bir iş için öldürüldüğünü söylemişler.

Zavallı çocuk hiçbir şey yapamıyormuş. Kesileceği yere çıkarılmış. Herkese bir bir bakmış ve babasına dönerek konuşmaya başlamış:

– Babacığım, hani ben senin tek çocuğundum. Hani beni çok severdin. Şimdi bensiz ne yapacaksın? O altınlar benim yerimi tutabilir mi?

Çocuk sonra da annesine dönerek konuşmuş:

– Ya sen anneciğim, nasıl izin verebildin biricik oğlunun öldürülmesine! Demek ki beni gerçekten hiç sevmedin. Üzülmeyecek misin?

– Peki siz, sevgili bilginler. Dokuz yaşındaki bir çocuğun öldürülmesinin yanlış olmadığını nasıl söylersiniz? Ben kimsenin canını acıtmadım ki. Padişahımızın hastalığının sebebi de ben değilim. Kimseyi de öldürmedim.

Son olarak padişaha dönmüş:

– Padişahım, iyileşmek için beni öldürüyorsun. Oysa biz seni sığınak kabul ediyorduk. Senin ülkende bunun için yaşıyoruz. Bizi koruduğun için… Demek ki ülkemize bir şey olsa hiç kimse sana sığınamayacak, demiş.

Çocuk bakmış kimse yardım etmeyecek, başını gökyüzüne kaldırmış ve dudaklarını kıpırdatmaya başlamış. Padişah onun bu hâlini görünce sormuş:

– Şimdi ne yapıyorsun?

Islanmış gözlerini padişaha çeviren çocuk, ağlamaklı bir sesle cevap vermiş:

– Sen annemi, babamı, bilginleri razı etmişsin. Bana da sığınabileceğim tek bir yer kalıyor. Yalvarıyorum ki beni kurtarsın. Siz beni anlamıyorsunuz.

Padişah bu sözleri duyunca şaşırıp kalmış ve hatasını fark edivermiş:

– Bırakın çocuğu, demiş. Benim ölümüm bu bacaktan olacaksa olsun.

Bu olaydan sonra padişahın bacağı nedense hiç ağrımamış. Ve padişah çocuğu yanına alarak beraberce güzel bir hayat geçirmişler…

8. Define Arayan Kişi

Çocuk hikayeleri

Çok eski zamanlarda Bağdatlı bir fukara konuvermişti bir gün büyükçe bir mirasa. Ani gelen zenginlik onu budala etti, o koskoca serveti bir kaç yılda eritti. Ama kolay değildi eskiye geri dönmek, küheylan attan inip uyuz eşeğe binmek. Hep evine kapanır için için ağlardı, Yaradan’a sığınıp gece gündüz yalvardı:

Yarabbi sen bilirsin; ben fakir bir kul idim,
Muhtaç değildim ama oldukça yoksul idim;
O sonsuz hazinenden bana mal ve mülk verdin,
Lütfunla gönendirdin, zenginliğe erdirdin;
Bense kıymet bilmedim, varlıkla sarhoş oldum,
Çarçur ettim dağıttım, ve gene berduş oldum.

Hatamı geç anladım, ne olur beni affet
Taşıyacak gücüm yok, ağır geldi bu zillet.
Hazinende ‘yok’ yoktur; ya lütfet bir geçim ver,
Ya da canımı al da sona ersin çileler.

Hep böyle niyaz etti haftalarca, aylarca. Sonunda bir ses duydu derinden, rüyasında:

Sen kalk ve Mısır’a git, orda bir hazine var.
Senin gelip bulmanı bekliyor nice yıllar.

Uyanınca sevinçle dertlerini unuttu, düşünmeden delice Mısır yolunu tuttu. Aç ve susuz dolaştı, yollar karma karışık; ne define göründü, ne de ufak bir ışık. Açlık ve yorgunluktan perişan hale geldi; sonunda dilenmeye çaresiz, karar verdi.

Ama utanıyordu, nasıl girsin bu işe?
Geceleyin yaparım, tanımaz beni kimse.
Diye düşünerekten karanlığa süzüldü,
Tenha bir sokak bulup bir köşeye büzüldü.

Bir ayak sesi duyup avucunu uzattı; ama güçlü bir pençe bileğini kavradı:

Gel bakalım, sen böyle ne yapıyorsun burda
Bu saatte işin ne bu karanlık duldada?
Besbelli bir hırsızsın, kötü niyetlerin var;
Yanacaktı kim bilir şerrinden nice canlar!

İriyarı bu adam mahalle bekçisiydi. Yakasından tutmuştu, dövüyor, sürüyordu. Dur, dövme de doğruyu söyleyeyim ben sana diye garip Bağdatlı yalvarıp yakarınca;

Peki, anlat bakalım, besbelli yabancısın;
Sakın yalan konuşma, doğru anlatmalısın.

Diye izin verince güvenlik görevlisi, bizimki baştan sona anlattı hikâyeyi:

Sandığın gibi değil; ne hırsızım ne zalim;
Bir hülyanın peşinde bu hallere gelmişim.

Bekçi ona inandı; ve gülerek dedi ki:

Anlaşıldı, sen hırsız falan değilsin belli;
Seni bırakacağım, benden kurtulacaksın;
Ama kusura bakma, sırılsıklam ahmaksın!
Ben yıllardır bir rüya görüyorum her gece;
Diyorlar ki: Bağdat’ta şöyle bir mahallede,
Şöylece bir sokakta, şöyle şöyle bir evde
Git, kaz ve çıkar onu; gömülü bir define.
Yerimden kımıldamam, güler, geçerim ancak,
Senin bir rüya için düştüğün şu hale bak!
Bu kadar mı ahmaksın, sende yok mu hiç akıl?
Bir daha görmeyeyim, şimdi karşımdan yıkıl!

Bu sözleri duyunca şaşırdı mirasyedi. Tarif edilen bu ev aynen kendi eviydi.

Demek ki hem define üstünde oturmuşum,
Hem de yoksulluğumdan feryat ediyormuşum.
Bu ne büyük gaflettir, ne affedilmez ayıp;
Yorgunlukla, çileyle geçen bunca yıl kayıp.
Burnu koku almayan ne alır has bahçeden;
Melodiden ne anlar kulağı işitmeyen?
Hayatını servete, saltanata adayan
Bilemez defineyi, kendi içinde yatan.
Hem gerçek zenginlikten böylece mahrum kalır
Hem de hayattan yalnız çile ve zahmet alır.


Çocuk hikayeleri, sadece kelimelerden ibaret değildir. Her hikâye bir duygunun, bir değerin, bir hayalin yansımasıdır. Bugün bir hikâye okuyun; belki de bir çocuğun dünyasında yeni bir umut filizlenir.

Bu makale faydalı oldu mu?
EvetHayır
Reklamlar

Bu Yazıyı Paylaş

Yorumlar

“Çocuk Hikayeleri: Eğitici ve Öğretici Masallar” için bir yanıt

  1. gizli

    güzel şeyler var

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir